21 Kasım 2022 Pazartesi

Saklanmak mümkün mü hüzünden?

 



Melankoli kelimesi dile getirildiğinde gayri ihtiyari "şairleri" düşünür pek çoğumuz. Özellikle şiirle hemhal olanlar, bu sözcüğü çok sık kullanır, yaşar, yazar ya da yansıtır... Burada melankoli=şiir, melankolik=şair yakıştırmalarını yapsak yanlış olmaz. Zira melankoli, en çok da şairi anlatır. Değil mi ki melankolik ruh haline bürünmeden ilham denizinde yol alamaz şiir ehli. En vurucu, en içten, en unutulmaz mısralar melankolik anlarda yazılmıştır muhakkak...

Melankoli; hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu derin keder halidir. Melankolik mizaçlı kişiler mutsuzdur. Yalnızlığı, toplumdan uzaklaşmayı ve insanlardan soyutlanmayı tercih ederler. Diğer insanlarla yakın ilişkiler içine girmekten kaçınırlar. Yaşamı boş ve anlamsız bulurlar. Keder, mutsuzluk ve değersizlik duyguları içindedirler. Melankoli depresyona dönüşebilir; depresyon, duygusal çöküntü içine girmektir. Ve ağır depresyon, kişiyi intihara sürükleyebilir. Nitekim yoğun melankoli hali yaşayan kimi şair ve yazar, intiharı tercih etmiştir.


Düşlerimin İskenderiye'sini bulamadım

“Hayatın neresinden dönülse kârdır” diyen Nilgün Marmara (1958-1987), genç yaşta ölümü tercih eden şairlerden biri. Manik depresif olan Marmara’nın yaşama tutkun olmadığı söylenir. Şairin ölümünün ardından Yazar/Şair Cezmi Ersöz, şu açıklamayı yapar:

“20’li yaşlardan itibaren intiharı düşünüyordu. Bir ara İskenderiye’ye gitti ama mutlu olamadı. Döndüğünde bana dedi ki: ‘Cezmi, düşlerimin İskenderiye’sini bulamadım.’ Yüzünde ölüm ifadesi vardı son zamanlarda. Alkol ile birlikte antidepresan alıyordu. Bahariye’de karşılaştık; yanında eşi vardı. Kulağıma ‘Cezmi çok hastayım’ dedi. Biyolojik hastalık algıladım Ama çökmüş vaziyetteydi. 3-4 ay sonra intihar etti.”

1982’de Kağan Önal ile evlenen Nilgün Marmara, üniversite eğitimini, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde, Sylvia Plath üzerine yazdığı “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” isimli teziyle tamamlar.

İntihar eden şairler arasında en çok bilinenlerden biri de Sylvia Plath (1932-1963). Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu olarak Boston’da doğan şair, profesör babasını 1940’ta kaybeder. Aynı yıl henüz 8 yaşında olmasına rağmen ilk şiirini yayımlar. Hayatı boyunca ileri derecede manik depresif bozuklukla mücadele eder. İlk intihar girişimini burs kazanarak gittiği Smith Collage’de gerçekleştiren Plath, o yıl akıl hastanesine yatırılır. Başka bir bursla Cambridge Üniversitesi'ni kazanan şair, bu okulda şiirlerini öğrenci gazetesinde yayımlar. Yine Cambridge’de tanıştığı kendisi gibi şair olan Ted Hughes’la evlenir. İki çocuk annesi olan şair, bir gece eşi yanında yokken Londra’daki evlerinde iki çocuğunun başucuna süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, mutfaktaki hava gazını sonuna kadar açıp kafasını içine sokarak hayatına son verir. Öte yandan Plath’ın yaşadığı kiralık evde daha önce oturan İngiliz Şair William Butler Yeats de intihar etmiştir.

Kurtuluşu intiharda gören bir diğer şair, adını pek duymadığımız Kaan İnce (1970-1992). Henüz 21 yaşında Kadıköy’de konakladığı otelin penceresinden atlayarak yaşama veda eden İnce, o gün İzdüşümü adlı eserinin yayınevi tarafından kabul edildiğini öğrenmiştir. Genç şair, 1992’de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllerinde "dikkate değer şairler" arasında yer almıştır.

Stefan Zweig (1881-1942), Jack London (1876-1916), Ernest Hemingway (1889-1959), Sadık Hidayet (1903-1951) ve Virginia Woolf (1882-1941), ileri derecede melankolik ve psikolojik sorunları sebebiyle intihar eden şair ve yazarlardan.


Kara sevda, hüzün yahut melankoli

Melankolik kelimesi Yunanca kökenlidir. Kara sevdaya tutulmuş, kara sevdalı; hüzün veren ve hüzün belirtisi şeklinde tanımlanır. Sözlükte melankoli, insanlardan kaçınma, derin üzüntüyle kendini gösteren bir ruh durumu, kara sevda şeklinde betimlenir.

Halk arasında yalnızlığı tercih ve hüzün hali olarak bilinse de aslında psikolojik bir durumdur. Nedensiz yere depresyon hissi ve bir şeyler yapmaya duyulan isteksizlik olarak ortaya çıkar. Eskiden şizofren gibi daha ciddi ve fiziksel rahatsızlıklara dayandırılan melankoli, beraberinde belli bir kültür ve kült getirir. Günümüzde ise aşk ya da kimlik karmaşası gibi duygusal nedenlere bağlanır. Psikanalitik ekolde melankoli kelimesi ilk olarak Sigmund Freud'un 1917 yılında yayınladığı "Trauer und Melancholie" (yas ve melankoli) makalesinde yer alır.

Melankoli sadece umutsuz aşkta değil, kişinin dünyayı anlamsız bulmasının sonucunda girdiği duygusal çöküntü halidir aynı zamanda. Acılar, yoksunluklar, çaresizlikler, ölümler, katliamlar, eziyetler, esaretler, dışlanmışlıklar da kişiyi melankoliye sürükler. Ki toplumcu şairler, beşerî aşktan ziyade halkın kederlerini, yoksunluklarını hissedip onlarla empati kurdukları için kelimelere hayat verirler. "Şiir Dünyasının Yıkıcı Tanrısı" olarak bilinen büyük şair Şükrü Erbaş’ı anmak isterim burada.

Erbaş, kimi zaman dışlanmış, kederli, çaresiz, yoksul kimi zaman da korkak, bilgisiz, öylesine yaşayan insanları düşünürken girer melankoliye. Korku ve çıkar çemberi içindeki günümüz insanından dem vurur sık sık. Dünyanın güzelliklerinden, insanlıktan, dostluktan, vefadan bihaber olanlar için şu mısralar dökülür kaleminden:

“Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim

Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak

Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak

Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;

Toprağı rüzgârı denizi göğü

O her zaman bir insanla anlamlı

Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı

Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların

Ve ucuz korkuların kör kuyularına

Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.”

‘Benim Mutsuz Çocukluğum’ şiirinde şairin korkuyla kaplı kendi çocukluğunu okuruz içimiz ezilerek. Bu şiir de yine bir melankoli durumunu gün yüzüne çıkarır:

“Benim mutsuz çocukluğum, bulanık

Bir asık yüz gölgesinde titreyerek

Baba korkusuyla geçti.

Sevinç bile sert eserdi odalarda

Susmak saygı, gülmek ayıp, izinsiz

Konuşmak en büyük suçtu.

….

Sanki üzerimden yeryüzü geçti

Gövermedi gövermiyor bir türlü

Yüreğimde ezilen yaşama tutkusu”


Aşka, çocukluğa, anneye, şiire

Usta şair Haydar Ergülen’in "Keder Gibi Ödünç" şiirinde ise melankolinin kedere bürünmüş çeşitli hallerini okuruz: Aşk, ayrılık, ölüm, özlem ve yetimlik...

“....

ağacın kederi yapraklarından

aşklar yerle bir oluyor gazelden önce

yağmurun kederi mırıldandığı şeyler

ahşap hanesine bir yetim düşünce

öleceği zaman hayvanlar gibi

saklanmak istiyor ya insan

saklanacak bir yeri olmalı

aşka, çocukluğa, anneye, şiire

ve eksik ölür insan”

Onat Kutlar, ayrılığın kederiyle melankoliye düşmüştür. Ayrılığın acısıyla ölümü düşlüyordur. Kutlar’ın ‘Ayrılık’ adlı şiirinden birkaç mısra şöyle:

“Ayrılık sabahı ne kadar beyaz

Ölümün hüzünlü arkadaşı kar

Bana ütülü bir çarşaf hazırlar

Bir karanfil tam yüreğin üstünde”

Sunay Akın, ‘Çocuk ve Hüzün’ şiirinde çocuklar için hissettiği melankolik hüznü paylaşır bizimle:

“Ne zaman bir çocuk ölse

gözü evlerinde

annesinin kavurduğu

helvada

kalır

Yoksul bir çocuk görsem

yağmur altında üşüyen

köprü olmak geçer

hiç değilse

içimden

Her akşamüstü oyuncakçı

camekanından

çocuk ellerinin

izlerini

siler”


Elde var hüzün

"Yalnızsan Eğer" şiirinde Ahmet Telli de yalnız hayatın anlamsızlığını imgeler:

“Her sayfası kederle kararan

bir hüzün defterine döner günler

ve her sabah “merhaba hüzün”

“merhaba yalnızlık”

diyerek başlarsın hayata

Ama hayat bağışlamayacaktır seni

Unutma

….”

"Elde Var Hüzün" der büyük şair Attila İlhan, maziye, gençliğine özlem duyduğu melankoli anlarından birinde:

“ne meseller söylerdi mercan köz nargileler

zamanlar değişti

ayrılık girdi araya

hicrana düştük bugün

ah nerde gençliğimiz

sahilde savruluşları başıboş dalgaların

yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller

elde var hüzün

….”

Usta şair Turgut Uyar, insanoğlunun maruz kaldığı korku, acı, eziyet ve cinayetlere duyarsız kalınmaması gerektiğini vurgular "Biraz Daha" şiirinde. O etkileyici dizeleri okurken yaşanan katliamlar gözümüzde canlanır ve içimiz ürperir:

“....

Ne kadar hüzün geçmişse dünyadan

Ne kadar acı geçmişse yaşayacağız

Hepsini yeniden, bir bir dünyada

Dünyadan ve dünyayla sana sığınırım

Acılardan ve hüzünlerden değil

Kaçmalardan ve korkulardan değil

Çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma

Çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım

Çünkü ölülerimiz toplanacaktır

Ve yüceltilecektir bir mavide

….

Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda

Akıtılan ve akıp gelen kanlarda

Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca

Eller temizlenecektir

Bir tören olacaktır

Ölülerimiz toplanacaktır.”

"Ağlamak"ta Özdemir Asaf, melankoliyi ağlamakla imgeler, mutsuzluk olarak betimler:

“Ağlama,

Ağlamak

Biraz öteye kaçmaktır

Ağlamak,

Hüzünle anlaşmak,

Ve kucaklaşmaktır.

...

Kişinin en kolay mutsuzluğu

Ağlamaktır, geçiştirir umutsuzluğu.”

Melankoliyi kara sevda olarak tarif eden en iyi şiirlerden biri, Cahit Sıtkı Tarancı’nın "Kara Sevda"sıdır. Müslüm Gürses’in 1991 yılında çıkardığı "Bir De Benden Dinleyin" albümünde şarkısını seslendirdiği o meşhur mısraları anımsarsınız:

“Bir kere sevdaya tutulmaya gör;

Ateşlere yandığının resmidir.

Aşık dediğin, Mecnun misali kör;

Ne bilsin alemde ne mevsimidir.

….

Bir köşeye mahzun çekilen için,

Yemekten içmekten kesilen için,

Sensiz uykuyu haram bilen için,

Ayrılık ölümün diğer ismidir”

Usta şair Hilmi Yavuz’un hüzün kokan mısralarından belki de en etkileyici olanı, büyük şair "Nazım Hikmet"i andığı aynı adlı şiirdir.

“hüzün ki en çok yakışandır bize

belki de en çok anladığımız”

dizeleriyle başlayan ve biten şiirde, Nazım’ın esaret hayatı ve sürgününden duyduğu acının içine çeker bizi Üstad. Hüznü en çok sevdaya yakıştırır. Ki bu sevda yalnızca sevgiliye değil, bağlanılan ülkü, dava yahut ideolojiye de duyulur:

“....

biz, ey sürgünlerin Nazımı derken

tutkulu, sevecen ve yalnız

gerek acının teleğinden ve gerek

lacivert gergefinde gecelerin

şiiri bir kuş gibi örerek

halkımız, gülün sesini savurup

bir türkünün kekiğinden tüterken

der ki, böyle yazılır sevdamız

….”


Hoş geldiniz, neredeydiniz ey sevgili hüzün

Bu yazıda Sabahattin Ali’nin ünlü "Melankoli" şiirinden söz etmemek olmaz. Şiirde yer alan imgelem, betimleme ve anlatım adeta melankolinin beden bulmuş hali gibidir. Bahsettiğim mısraların bestesini senelerce Nükhet Duru’dan dinledik:

“Beni en güzel günümde

Sebepsiz bir keder alır.

Bütün ömrümün beynimde

Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kederimi

Bir ateş yakar derimi

İçim dar bulur yerimi

Gönlüm dağlarda bunalır.

Ne kış, ne yazı isterim

Ne bir dost yüzü isterim

Hafif bir sızı isterim

Ağrılar, sancılar gelir.

Yanıma düşer kollarım

Görünmez olur yollarım

En sevgili emellerim

Önüme ölü serilir.

Ne bir dost, ne bir sevgili

Dünyadan uzak bir deli…

Beni sarar melankoli:

Kafamın içersi ölür.”

Ve Sezen Aksu... "Hoşgeldin Hüzün" şiirinde melankolinin içine çeker bizleri gönüllü olarak. Kendini "zırdeli" olarak tabir eden melankolik bir aşık vardır karşımızda. Emel Müftüoğlu zarif sesiyle ne kadar da güzel söyler aynı adlı şarkıyı. O isyankâr dizelerde gezinelim şimdi kulağımızda naif tınısıyla...

“Hoşgeldiniz, nerdeydiniz ey sevgili hüzün

Anladım o çekmecede gizliydiniz

Hoşgeldiniz kâğıdınız kırık kaleminiz

Hadi yazalım biz hazırız

Dayan kalbim dayan

İçine çevir gözünü

Ne olur daha derinlere dal senindir aşk

Uyan geceden uyan

Güneşi çağır gününe

Acıyı tütün basıp dindir

Yeminim var yine unutacağım

Bu yüreği yeniden uçuracağım

Ayrılığı aşk ile vuracağım

Bana iyi bak ben zırdeliyim”


Hüzün yüklü birkaç mısra bitirsin melankoli yolculuğumuzu:

içimde bitmeyen bir yolculuk

hüzün yükleniyorum bizden giderken

saklanmak mümkün mü kendinden?


ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR

Ay ışığını resmeden aysar: Sami Baydar




Dünya İnancı

ayla aramızda bu görünen deniz


kısa dağlar yok


başka bir uzaklık var


onun aysarlığında var


maddeye dönüşmüş


yanıma dek gelen engebeye bak


kuş uçumu dedikleri uzaklığa bak-


eğer kıvrımlardan çatlamadıysa


başımın altındaki yastık


ay ışığından kurumadıysa gitarım


kabımdaki sütü içmediyse aslan


kalbim her renkte çizgiyle


almıştır bu gece kanıma ay ışığını


burada düş görmediğime inan


aslan seni bekledi-


bir güneş dönüyor sana


senin bir düşün olsun, bunu al-


Sami Baydar


Mısralarıyla bir anlamda duyguları(nı) resmeder. Bazen sevdasının coşkusuyla şelale gibi çağlar, bazen öfkesinin hiddetiyle aslan gibi kükrer, bazen ütopyasını yahut hayalindeki masal dünyasını kâğıda döker, bazen tabiattaki güzelliklere olan hayranlığını aksettirir, bazen de yalnızlığın sığ sularında sükûnet içinde yüzer… Bir şair düşünün hem şiirlerinde iç ve dış dünya(yı)sını resmetsin hem de tuvalde fırçasını oynatırken birbirinden renkli şiirler koysun ortaya. Şair ve ressam Sami Baydar’dan söz ediyoruz. Henüz 50 yaşındayken dünyaya veda ederek yakınlarını ve sevenlerini büyük hüzne boğdu Baydar…

Sakin, sade, hassas, sorgulayan, insancıl, hüzünlü bir o kadar da naif bir sanatçıydı Baydar. Çevresine karşı her zaman ilgili bir insan oldu. Onun gibi dünyayla derdi olan herkesin, Baydar’ın şiir, öykü ve resimlerindeki fantastik dünyayı kavraması ve alt metni keşfetmesi mümkün. Edebiyat eleştirmeni-yazar Hülya Soyşekerci, Sami Baydar’la ilgili kaleme aldığı portre çalışmasında, “Dünyaya gelmiş bulunmanın çaresizliği ve çıkışsızlığını; dizeleri, cümleleri, figür ve renkleri içinde dillendiren, dünyayla derdi olan bir sanatçı olarak adımladı yeryüzünü...” satırlarıyla tarif eder şairi.

Soyşekerci’ye göre aklı özgür bırakan Baydar, bu sayede çok farklı dünyalar kurabiliyordu şiir, öykü ve resimlerinde. Sanatta mantık ve aklın sınırlayıcılığı yerine hayal gücünün özgürlüğüne yoğunlaşan Baydar, olanaksız canavarlar değil, ama kendi iç dünyasından dış dünyaya yükselen mucizevî şiir dizeleri, öykü cümleleri ve masalsı resimler yarattı. Usta şairin şiirlerini incelediğimizde Soyşekerci ile aynı şeyleri düşündük: “Dünyadan çıkış yolları”nı ararken sanat ve edebiyatın estetik dünyasına sığınan Sami Baydar, özgün imge, yaratım ve dil evreniyle anımsanacak.


Mermer bir akıl gibi gizli duvarlara dokunur

Şair Lale Müldür, Sami Baydar’la ilgili bir inceleme yazısında şairin şiirdeki betimlemeleri üzerinde durur. Müldür’e göre Baydar, betimlemesi gözlemlenen nesnesinin betimi olmaktan çok, dünyanın her an parçalanabilir olmasından kaynaklanan izlenim değişkelerinin, uzaklık ve açı değişikliklerinin bir çözümlemesidir. Bütün imgeler mozaik taşları gibi birbirine bağlanır. Öyle ki ortaya çıkan bir sistemdir neredeyse, bir “sinyaller sistemi”. Tüm bir dünya parçalanıp giderken -yazar dahil- yazının birleştirici, bütünleştirici gücüdür sergilenen… Sami Baydar mermer bir akıl gibi gizli duvarlara dokunur geçer...


Ayın değişkenliği sevdiği kadına yansır

Baydar, dünyaya (istemeyerek de olsa) gelmiş olmanın derin hüznünü hisseden ve okura hissettiren bir şair. Şiir ve öykü kitaplarının başlıklarına şöyle bir göz gezdirdiğinizde bile bunu anlamak mümkün: ‘Dünya Efendileri’ (BFS, 1987), ‘Yeşil Alev’ (Yayınevi, 1991) ‘Dünya Bana Aynısını Anlatacak’ (Korsan Yayınları, 1995), ‘Çiçek Dünyalar’ (YKY, 1996), ‘Varla Yok Arasında’ (Everest Yayınları, 2003), ‘Dünyadan Çıkış Yolları’ (Cumartesi, 1990), ‘Dünyada Anılara Bakıyorum’ (Yayınevi, 1991).

Baydar’ın hem duygu durumunu (keder, aşk, acı, ölüm) hem de hayalindeki dünya resmini en iyi betimleyen ‘Dünya İnancı’ şiirini inceleyelim. Şiirin bir özelliği de şairin baskısını görmeye ömrünün yetişmediği toplu şiir kitabı ‘Dünya İnancı’na (YKY, Kasım 2012) adını veriyor olması.

Dünyanın görünen yüzünde öteki alemleri düşler hep şair. Uzaklarda deniz ve dağların ardından ışıldayan aya bakarken evrenin ötesini görür ya da tahayyül eder. Esasen Ay, ona göre bilinen uzaklıkta da değildir. Ruhanî bir ayrılık/birliktelik söz konusudur aralarında. Ay’ın tuhaflık, değişkenlik ve kararsızlığı sevdiği kadına da yansımıştır. Ay’la olduğu gibi aşkla arasında gizemli bir bağ vardır. Aslında tüm kadınlar Ay’ın etkisindedir, onun ışığını yansıtır dünyaya. Ay hareketlerine göre kadının huyu, düşüncesi ve ruh hali döner değişir:

“ayla aramızda bu görünen deniz


kısa dağlar yok


başka bir uzaklık var


onun aysarlığında var”


Ötelerle haşır neşir olduğu, mısralarının yanı sıra resimlerinde de göze çarpar Sami Baydar’ın. Melek kanatlı insan diyalogları, ürkütücü insan ve uzaylı portreleri, duyguları tasvir eden karakalem çalışmaları, gerçeküstü veya mevsimlerin birbirine karıştığı manzara resimleri dikkat çeken temalardan yalnızca bazıları. Nitekim somut uzaklık yoktur Baydar için. Dağ, engebe, bütün yeryüzü aslında soyut olanın cisimleşmesinden ibarettir. Marifet, soyutu hissedebilmek, dizelere dökebilmek ve resmedebilmekte saklıdır:

“maddeye dönüşmüş


yanıma dek gelen engebeye bak


kuş uçumu dedikleri uzaklığa bak-“



‘Dünyadan çıkış yolu’nu şiir ve sanatta bulur

Baydar, yaşadığı dünyaya ait hissetmez kendini. İradesi dışında dahil olduğu bu huzursuz atmosferde, edebiyat ve sanatın teskin edici gücüne yaslanır. Bu sayede hayata katlanır. Fakat çevresinde yaşanan zulüm, haksızlık ve kötülüklere ilgisiz değildir şair. Melek kanatlı kadınlar, narin kuğular ve çocuklar, şairin mazlumlarla empati kurduğunu gösteren resim ögelerinden birkaçıdır. Geçirdiği mide rahatsızlığı sebebiyle fizikî acıyı da derinlemesine hisseder Baydar. Belki yaşadığı hastalıkların etkisi, belki yaşamı kabullenemeyişi, belki de bitmeyen dünya derdi, onun içine kapanıp yalnızlığına sarılmasına yol açar. Erken yaşta yüzündeki kırışıklıkları fark eder. Geceler boyu tuval ve kâğıtlarının başından ayrılmaz. Sürekli bir şeyler yazar yahut çizer. Kimi zaman da gitar çalarak müziğin büyüsüne bırakır kendini:

“eğer kıvrımlardan çatlamadıysa


başımın altındaki yastık


ay ışığından kurumadıysa gitarım


kabımdaki sütü içmediyse aslan”


Her ne kadar hüzün ve acı yüklü bir insan olsa da aşık olduğu kadın için aslan misali kuvvetli ve cesurdur şair. Kalbindeki resim, sevdiğinin ay ışığında yansıyan zarif suretidir. O, kadını için güneş kadar sıcak ve kucaklayıcıdır. Tabii bu düşü gerçeğe çevirmek, sevginin beslendiği kadına bağlıdır:

“Kalbim her renkte çizgiyle


almıştır bu gece kanıma ay ışığını


burada düş görmediğime inan


aslan seni bekledi-


bir güneş dönüyor sana


senin bir düşün olsun, bunu al-”


Aşk düşünü gerçekleştirdi mi bilinmez ama merak ettiği ötelere doğru yolculuğa çıktı Sami Baydar. Ardında aysar şiir, öykü ve resimlerini bırakarak...

ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR






'Keskin' bir aşk tarifi!

 



AŞK

Aniden. Birdenbire, beklenmedik olandan...

Beklemeyene: Dilegelen bir dünya.

Vahiy gibi, en çok ona benziyor.

Baharın karnını öptüğüm rüya.

O yüzden "ayak"landım, yukarı ağdım.

Sana vardığımda ağlamam bundan...

Adını andığımda sıcak akıyor bütün nehirler

Dünyayı dolduran sözü olduran o.

Ve ben ne desem şimdi, benden değiller.

Hâlâ soruyor musun bana, aşk ne demek:

O en "bir" ve "tam" olana yürümek.

Durup durup geçmesin içinden ağlamak

Dur, neden ağlıyorsun ca'nım,

yetmez mi ikimize bir sağanak...

Birhan Keskin


Aşk, her kalpte farklı esrarda yaşanır. Kimi onu bir sağanağın ardından burnuna konan toprak kokusu gibi narin hisseder… Kimi çisil çisil yağan yağmur misali yavaşça özümser… Kimi müziğin aykırı notalarında duyar… Kimi de aşık olunca kalbine yıldırım düşmüş gibi yerinde duramaz… Yanar… Kavrulur… Hasılı aşkın tek bir tarifi yoktur. Her kalp kendi ölçeğinde yaşar bu duyguyu… Yoğurur… Öğütür içinde… Mahsulü ise ya yüzlere siner ya tavırlara ya da kelime olur dökülür mısralara…

Mısralarında 'aykırı ruhların' kendini bulduğu Birhan Keskin'in 'aşk' tanımı da aynı düzeyde sarsıyor okuru. Nedir Birhan Keskin şiirinde aşk? Onun kaleminde nasıl yanar döner, nasıl derinleşir, nasıl devşirilir?

Her bünyede ayrı fırtınalar koparan aşkın tanımını kalemi gibi ‘keskin' yapıyor şair:

“Aniden. Birdenbire, beklenmedik olandan...

Beklemeyene: Dilegelen bir dünya.”


“Baharın karnını öptüğüm rüya”

‘Kerem' yahut ‘Mecnun', bu kasırgaya hiç beklemediği bir anda yakalanıyor. Beklemeyen konumundaki ‘Aslı' ya da ‘Leyla'nın da benzer şekilde nutku tutuluyor. O andan itibaren konuşan; karşılıklı atan iki kalp arasındaki ‘tılsım' oluyor. Bir nevi ‘vahiy’ olarak algılıyor aşkı şair:

“Vahiy gibi, en çok ona benziyor.”


Kim bilir; manevîyat yüklü bir metin ya da esrarlı bir kapıdır o, şair için. Aralandıkça kendine çeken, merak uyandıran, ama çoklarımızın ‘asıl manası'nı keşfedemeyeceği bir kapı. Belki de bu yüzden “Baharın karnını öptüğüm rüya” tarifini veriyor Keskin. Bu mısra, aşkın gerçeküstü olduğuna da atıfta bulunuyor.


Baharın muştusu, hazan yahut dram

Her ne kadar hülya olsa da aşkı somut ögelerde yaşıyor, somut dünyayla özdeşleştiriyor insanoğlu. Kalbe ‘ilk düştüğü anda' çetin kış mevsimini yaşatmıyor kişiye aşk. Yürek bahçesinde tomurcuk tomurcuk filizleniyor... Rengarenk çiçekler açıyor... Ve olgunlaştığında meyveye duruyor… Usta şairin tanımladığı gibi ‘baharın muştusu’ o muhakkak. Aşk, kalbe ilk düştüğü anda ilkbaharı hissettiriyor. Fakat kavurucu yaz mevsiminin ardından birçoklarında hazana dönüyor aşk. Pembe benizleri sarartıyor… Sıcak elleri titretiyor... Katre katre dökülüyor simalardan… Sonrası akşam, sonrası karanlık, sonrası ayaz, sonrası kalpleri üşüten kış, sonrası acı bir dram: Ayrılık!

Ayrılığı sezmiş olacak ki,

“O yüzden ‘ayak'landım, yukarı ağdım.

Sana vardığımda ağlamam bundan...”

dizelerini kaleme alıyor şair. Belki de giden aşkın(ın) ardından o da sulara karışıp akıyor:

“Durup durup geçmesin içinden ağlamak

Dur, neden ağlıyorsun ca'nım,

yetmez mi ikimize bir sağanak?”


Küller yürekteki 'süveyda'yı kaplıyor

Özünde beşerî bir ayrılık var aşkın. Hele vuslatın kilidi açılamıyorsa, daha da harlanıyor ateş. Buluşmanın imkânsızlığına rağmen ‘maşuk'un adı anıldığında dış dünyadaki akış donuyor. ‘Aşık'ın içinde ise sular kaynıyor. Şair bu hali, “Adını andığımda sıcak akıyor bütün nehirler” dizesi ile yansıtıyor.

Kavuşma gerçekleşmediğinde aşk alevinin iyice harlandığından bahsettik. Ancak kor, her daim ateş halinde kalamıyor. Gün gelip sönüyor. Talihli olanlarda duman, aslolana yükseliyor. Küller ise yürekteki ‘süveyda’yı (siyah nokta) kaplıyor. İşte hakikî âşık, gökten kalbine yağan ilahî küllerin sarhoşluğuyla Tanrı'ya divane oluyor. O'nu özümseyebilmek için Mecnun misali çöllerde dolanıp duruyor. Şair de;

“Dünyayı dolduran sözü olduran o.

Ve ben ne desem şimdi, benden değiller.”

dizeleriyle bu divaneliği kastediyor.

Birhan Keskin gibi aşkın sonsuzlukla örtüştüğünü düşünür pek çokları. Yazanın bir şiirinde olduğu gibi:

“kana kana içmiştim suyu bakışlarından

ayrılıkmış ezelî tadı

içime çocuksu hazla koşturan

sus masum mısraları

sonsuzluğa yutkun…”

Hâlâ merak mı ediyorsunuz “Aşk ne demek?” diye? Öyleyse nihaî cevabı şair versin: “O en ‘bir' ve ‘tam' olana yürümek.”


ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR