21 Kasım 2022 Pazartesi

Tarancı ile Araf’a ışınlanmak!

 



Otuz Beş Yaş

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı


Çocuk istismarları, kadın cinayetleri, işkenceler, savaşlar, hayvan ve çevre katliamları, insanın vahşette sınır tanımayan yüzünü gözler önüne sererken biz duyarlı azınlığı dehşete düşürüyor. Özellikle istismar, işkence ve sefalet karşısında çaresiz kalmak çok acı verici. Kimi zaman kolu kanadı kırılmış bir kuş misali bitkin ve yalnız hissediyor kalem ehli, hüzünlere teslim olmuş dünyada. Elemli başını alıp hiçbir kötülüğün olmadığı "Masal Şehrine" kaçmayı ya da Araf’a ışınlanmayı hayal ediyor. Bilimkurgu ve fantastik filmlerin revaçta olmasının nedeni, gerçek dünyayla bağı kesme arzusu muhakkak. Pek çok insanın yaşı kemale erdiğinde küçük bir kıyı kasabasında inzivaya çekilme emeli de dünyanın karanlık suretinden uzaklaşma isteğinden kaynaklanıyor şüphesiz. Üstad Nazım Hikmet’in deyişiyle satırlarımızı sürdürecek olursak:

“Küstürmeyin insanları hayata.

Sonra her şeyden vazgeçiyorlar.

Yaşamaktan, güzel olan her şeyden

Bir odada yalnızlığı

Bir dağ başında kalmayı,

Bir adada mahsur kalmayı...

Nerede bir yalnızlık varsa onu istiyorlar.

Küstürmeyin işte bazı insanları.”

Hasbelkader yazımızı okuyanlarınızın hislerine tercüman olmayı ümit ediyoruz.


Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Ölüm yalnızlık, ölüm akşam, ölüm kabir böcekleri, ölüm 35 yaştır Cahit Sıtkı Tarancı’nın dimağında... Öyle ki daha 35’inde yolun yarısına geldiğini düşünüyordur şair. 46 yaşında erkenden kapısını çalacak ölümü hissediyordur adeta.

Cahit Sıtkı’nın şiir evreninde; ölüm, yalnızlık, ayrılık, sonbahar ve akşam temaları hayli geniş yer tutar. Onu tam da bu sebeple "Otuz Beş Yaş" şiiri ile hatırlarız en çok. Can Yayınları’ndan çıkan toplu şiir kitabının ismi de "Otuz Beş Yaş"tır (Bütün Şiirleri-1983).

Ölümü tüm benliğiyle hissetse de hoşlanmaz yaşlanmaktan Tarancı. Acımasızdır yıllar ona göre; ikna edilemezdir. Usta şairin "Otuz Beş Yaş"ta ifade ettiği gibi ağlamak, yalvarmak boşunadır yaş kemale erdikten sonra. Deli dolu, maceraperest gençlik mazide kalmıştır artık:

“Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.”

Şair, yakıştıramaz kendisine yeni fizikî görünümünü. Bir türlü inanmak istemez yüzünün kırışmaya başlamasına. Tanrısına sığınarak içini döker. Aynaları ise düşman görür:

“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”


Fotoğraftaki "kaygısız suret"

Eski fotoğraflardaki Cahit Sıtkı gitmiş, yerine başka biri gelmiştir. Tanıyamaz kendini şair. Fotoğraftaki "kaygısız suret" ona ait değildir sanki. Çünkü gülmüyordur artık yüzü. Hayata dair hiçbir heves ve heyecan beslemiyordur içinde:

“Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.”


Şairin "Yalnızlığımız" şiiri, insanoğlunun zengin ve sefil tüm hallerini resmeder. Her devirde olduğu gibi kimileri saray ve köşklerinde sefa sürerken kimileri açlık sınırının altında sefalet çeker. Ama neticede insanın son durağı bellidir; herkes ölüme yalnız gider ve kabirde yalnızdır. Yalnızlık Tarancı'ya göre varlığın ana temasıdır:

“Koskoca Tanrı gökler ardında,

Beyler, paşalar saltanatında,

Birçokları sefalet katında,

Mecnun’u, Leyla’sı vuslatında,

Kim yalnız değil ki hayatında?

Ya ölüler serviler altında?”

Bu suallerin cevabını yine ‘Otuz Beş Yaş’ şiiri verir.

“Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”

dizeleri, yalnızlaşan insanın gittikçe ölüme yaklaştığını âyân eder. Ölümlü dünyada aşk ve dostluğun fani olduğunu vurgular. Öyle ki ölümünü bekleyen insan için aşkın hatırası, sevgilinin yüzü bile yabancıdır. Dostlarla da yollar ayrılmıştır. Şair, yalnızlığına sarınıp amansız sonunu bekliyordur artık…


Gün eksilmesin penceremden

Yaşamdan öyle fevkalade bir zevk almaz Tarancı. Çoğu zaman çekilmez bir yüktür soluk alıp vermek onun için. Tatsızdır, manasızdır dünya. Ömür değirmeninde bir başına vakit öğütüyordur şair adeta. Bu hâlet-i ruhiyeyi "Gidiyorum" şiirinde daha net okuruz:

“Gölde bir yolcu gibi yalnızlığım içinde

Kavrulup gidiyorum.

….

Serçe kadar pervasız, bir günden ötekine

Atlayıp gidiyorum.

….

Ne belli bir yerim var, ne de sevdiğim biri

Sürünüp gidiyorum.”

Lakin yolun sonuna yaklaştıkça dertlenir üstad. Hayıflanır bu yaşına kadar tabiatta fark edemediği harikuladeliklere:

“Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”

Güneş, kuş, ağaç, bahçe… tüm cazibesiyle arz-ı endam eden tabiattan kopuyor olmak ağır gelir Tarancı’ya. Yürek hanesi tarumardır. Yolun sonuna doğru yaklaştıkça yaşamın onu terk etmemesi için yakarır. O niyaz halinde "Gün Eksilmesin Penceremden" şiiri dökülür kaleminden:

“Ne doğan güne hükmüm geçer,

Ne halden anlayan bulunur;

Ah aklımdan ölümüm geçer;

Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

 Ve gönül Tanrısına der ki:

- Pervam yok verdiğin elemden;

Her mihnet kabulüm, yeter ki

Gün eksilmesin penceremden!”


Sessiz bir vaveyla

Yazık ki yıllar geçmiş, ömür nihayete yaklaşmıştır. Şair için her yeni gün, yeni hastalık ve huzursuzluklara gebedir. Ömrün sonbaharıdır 35 yaş. Benimsemiştir Tarancı, hazan mevsiminin habercilerini. Yakın çevresindeki vefat haberlerini, gökte deli divane uçan kuşlardan alır. Kayıp veren aileler derbeder, haneler viranedir:

“Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?”

Mısralarında sık sık kabir hayatına da değinir Tarancı. Hayatını idame ettirirken "vefat"ındadır aklının hep bir yanı. Ki bundandır "Bir De Baktım Ki Ölmüşüm" şiiri dökülür mürekkebinden:

“Bir de baktım ki ölmüşüm!

Dünya sönmüş başucumda;

Bir türlü gözümden gitmez.

….

Sorma nelerden olmuşum,

Nelere etmişim veda;

Böceklere gücüm yetmez.”

Sessiz bir vaveyladır şairin ömrü tabiri caizse. Sükût içinde yaşamayı tercih eden Tarancı, sedasını dizeleriyle duyurmak, iz bırakmak ister insanlık âleminde. "Ömrümde Sükût" şiirinde bu hissin akislerini görürüz:

“Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl,

İpekli mallarını kimseye göstermeden,

Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl,

Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden.”


Şayet sesimi fark edemezsen

Ölüm sinsidir, amansızdır. Şair, "Ölüm, Sinsi Ölüm"de, gül ve bülbül teşbihiyle seslenir ölüme:

“Ölüm, sinsi ölüm,

Ey açmayan gülüm,

Ötmeyen bülbülüm,

Ne çıkar gündüzün

Unutsam da yüzün,

Ne olsa ki bir gün

Er geç yapacağı

O amansız baskın”

Ölüm hepimizin alın yazısıdır. Her an, her yerde yakalayabilir bizi. Şairin deyişiyle,

“Uyudun uyanamadın olacak.

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.”

"Ölüm"le konuşur aynı adlı şiirinde Cahit Sıtkı. Kararan gün onu adım adım nihayete götürüyordur. İçini kemiren ukdelerle, yapamadıklarıyla ve dahi pişmanlıklarıyla baş başa kalmıştır şimdi:

“Sözünde durmadı mavi gökler;

Gün kararıyor gitgide ölüm.

Akşam yeli nedameti söyler;

Nedamet yer etti bende ölüm.”

Akşam vakti yaklaşır ölüme eli şairin. Her an dokunmak üzere olduğunu hisseder ona. "Desem Ki" şiirinde dokunmuştur da sonsuzluğa. Belki de çoğumuzun yalnızca tahayyül edebildiği Araf’tadır büyük şair şu anda…

“Günlerden sonra bir gün,

Şayet sesimi fark edemezsen,

Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,

Bil ki ölmüşüm.

Fakat yine üzülme, müsterih ol;

Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,

Ve neden sonra

Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,

Hatırla ki mahşer günüdür

Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.”


ÇAĞLA GÖKSEL ÇAKIR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder